Asrevya
Paylaşımcı Üye
- Katılım
- 30 Eyl 2023
- Mesajlar
- 1,532
- Tepki
- 43
Kâmus der ki kader lûgatte, ölçme, tahmin, ölçerek takdir ederek tâyin; kelâmda Allah’ın iradelerini icrâdan yâni kazâdan evvel takdir etmesi, ölçmesi mânasındadır. Kader ezelden ebede kadar câri ahval ve hâdisatta hâkim olan küllî ilâhi hükümdür.
Kader, ölçüp biçip hü*küm vermek; kaza ise, bu hükmü infâz etmek yâni ezelde verilen hükmü ademden fiil hâline getirmektir. İslâm’da her şeyin takdîr-i ilâhı ile yani kadere tevfikan vücuda geldiğine inanmak şarttır.
Cebriye mezhebi, bütün fiil ve hâdiselerin ezeldeki takdir üzre vukua geldiğine inanır. Ona göre, irâde-i cüz’iye bir vehimden ibaret. (Batı dillerinde, fatalizm.)
Bu karanlık mefhuma yeni bir aydınlık getirmek kimin haddi? Said Nursî İslâm irfanının, cihanşumûl hakikatlerini küçük bir risalede toplamış. Dinleyelim: (Kader Risalesi, 26. söz.)
«Kader ve cüz-i ihtiyarî imâna taalluk eder, ilim ve nazariyeye değil. Kader, nefsi, gururdan; cüz-i ihtiyari, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir. Kader inancı, avam için bir melce, «ye’sin ve hüznün ilâcı.» Kur’an, insanı, seyyiatından mes’ul tutar. Çünkü seyyiatı isteyen kendisi. Ama insan hasenatıyla da iftihar etmemeli. Çünkü hasenat, kudret-i ilâhiyenin eseridir. Demek ki seyyiatı isteyen nefs-i insânîdir. Ya istidâd ile, ya ihtiyâr ile. (Ne var ki seyyiatı yaratan da Hak.) Keşb-i şer, şerdir, halk-i şer, şer değildir. Tembelliği yüzünden yağmurdan zarar gören insan: «Yağmur rahmet değildir» diyemez.
Halk ve icadda şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. İcâd-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur. Şer, kulun kisbine ve istidadına aittir. İnsan kanun-u ilâhiyeye nüfuz edemez, zâhire takılır. Tam bir acz içindedir. Acaba Kur’an küfür ve isyana neden bu kadar ehemmiyet vermiş? Şundan: küfür, isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Bir tek emr-i itibari, bü*yük tahribata yol açabilir. Dümencinin ufak bir yanlışı koca bir gemiyi batırabilir.
Kader ile cüz-i ihtiyâri uzlaşabilir mi? Evet. Şöyle ki:
1 — Cenab-ı Hak, Âdil-i Mutlaktır, insanın cüz-i ihtiyârisi olmasa sevap ve ikab da olamaz. Gerçi kader ve cüz-i ihtiyârinin hakiki mahiyetini bilmiyoruz. Ama bilgisizliğimiz olmadıklarına delalet etmez.
2 — Mevcûdâtın mahiyetini bilmek ayrı, vücudunu bilmek ayrı. Herkes kendi içinde bir ihtiyârın varlığını duyar.
3 — Kader, ihtiyâri te’yid eder. Çünkü kader, ilm-i İlâhinin bir nev’idir. İlm-î İlâhî ihtiyarımıza taalluk etmiş, öyle ise, ihtiyâri te’yid ediyor, iptal etmiyor.
4 — Kader, bilgidir. Bilgi ise, bilinen’e bağlı. Zaman sonsuz bir bütün: hem mâzi, hem hâl, hem istikbâl, Dâire-i mümkinât içinde uzanıp gider. Kader, ilm-i ezelîdendir, İlm-i ezelî, ezelden ebede her şeyi ku*caklar; olmuş ve olacak. Biz de muhakemelerimizle onun dışında kalamayız.
5 — Kadere göre, müsebbebler sebeblere bağlıdır. Meselâ falan adam filan zamanda ölecekti. Çünkü kader ölenin o tüfekle ölmesini tayin etmişti. Cüz-i ihtiyariyle tüfek atan adamın kabahati yok diyemeyiz. Cebriye fırkası, sebebe ayrı müsebbebe ayrı bir kader tasavvur eder, Mu’tezile ise, kaderi inkâr eder. Kısaca, ehl-i sünnet için, silâh atılmamış olsa adam belki ölür belki ölmezdi. Cebriye için, silâh atılsa da atılmasa da adam ölürdü. Mu’tezile için, silâh atılmasa adam ölmeyecekti.
6 — Cüz-i ihtiyârînin temeli: meyelân. Mâturîdi’ye göre, meyelân bir emr-i itibarîdir. Kula verilebilir.
Eş’âri için, zaten mevcuttur; emr-i itibârı olan, o meyelâna tasarruftur. Öyle ise, o tasarruf o meyelân bir emr-i nısbîdir. Muhakkak bir vücud-u hârîcîsi yoktur. Emr-i itibârî, illet-i tâmme istemez. İllet-i tâmme olması için lüzum, zaruret, vücup… şart. Demek ki illet-i tâmme olsaydı, ihtiyâr da ortadan kalkardı. Emr-i itibârlnin sübut bulması için – hiç değilse – bir rüçhaniyete ihtiyaç var. Meyelânı dizginlemek kaabildir. Kur’an «şu şerdir, yapma» diye emrediyorsa, kul meyelâmnı susturabilir.
7 — Demek ki irade-i cüz’iyye zayıftır, bir emr-i itibârîdir. Fakat Cenab-ı Hak, o cüz’î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdî yapmıştır. Yâni demiştir ki: «Ey kulum! İhtiyârınla hangi yolu istersen seni o yola götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir.»
«Duâ ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.»
Yazı şu ezelî hükümle tuğralanıyor: «Kadere îman, îmanın erkânındandır. Kısaca, hayat-ı insâniye bütün teferruatıyle kaderin mikyası ile çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.»
Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesîf ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlıyabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız ne mefhumlara.
Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 417-419.
Kader, ölçüp biçip hü*küm vermek; kaza ise, bu hükmü infâz etmek yâni ezelde verilen hükmü ademden fiil hâline getirmektir. İslâm’da her şeyin takdîr-i ilâhı ile yani kadere tevfikan vücuda geldiğine inanmak şarttır.
Cebriye mezhebi, bütün fiil ve hâdiselerin ezeldeki takdir üzre vukua geldiğine inanır. Ona göre, irâde-i cüz’iye bir vehimden ibaret. (Batı dillerinde, fatalizm.)
Bu karanlık mefhuma yeni bir aydınlık getirmek kimin haddi? Said Nursî İslâm irfanının, cihanşumûl hakikatlerini küçük bir risalede toplamış. Dinleyelim: (Kader Risalesi, 26. söz.)
«Kader ve cüz-i ihtiyarî imâna taalluk eder, ilim ve nazariyeye değil. Kader, nefsi, gururdan; cüz-i ihtiyari, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir. Kader inancı, avam için bir melce, «ye’sin ve hüznün ilâcı.» Kur’an, insanı, seyyiatından mes’ul tutar. Çünkü seyyiatı isteyen kendisi. Ama insan hasenatıyla da iftihar etmemeli. Çünkü hasenat, kudret-i ilâhiyenin eseridir. Demek ki seyyiatı isteyen nefs-i insânîdir. Ya istidâd ile, ya ihtiyâr ile. (Ne var ki seyyiatı yaratan da Hak.) Keşb-i şer, şerdir, halk-i şer, şer değildir. Tembelliği yüzünden yağmurdan zarar gören insan: «Yağmur rahmet değildir» diyemez.
Halk ve icadda şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. İcâd-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur. Şer, kulun kisbine ve istidadına aittir. İnsan kanun-u ilâhiyeye nüfuz edemez, zâhire takılır. Tam bir acz içindedir. Acaba Kur’an küfür ve isyana neden bu kadar ehemmiyet vermiş? Şundan: küfür, isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Bir tek emr-i itibari, bü*yük tahribata yol açabilir. Dümencinin ufak bir yanlışı koca bir gemiyi batırabilir.
Kader ile cüz-i ihtiyâri uzlaşabilir mi? Evet. Şöyle ki:
1 — Cenab-ı Hak, Âdil-i Mutlaktır, insanın cüz-i ihtiyârisi olmasa sevap ve ikab da olamaz. Gerçi kader ve cüz-i ihtiyârinin hakiki mahiyetini bilmiyoruz. Ama bilgisizliğimiz olmadıklarına delalet etmez.
2 — Mevcûdâtın mahiyetini bilmek ayrı, vücudunu bilmek ayrı. Herkes kendi içinde bir ihtiyârın varlığını duyar.
3 — Kader, ihtiyâri te’yid eder. Çünkü kader, ilm-i İlâhinin bir nev’idir. İlm-î İlâhî ihtiyarımıza taalluk etmiş, öyle ise, ihtiyâri te’yid ediyor, iptal etmiyor.
4 — Kader, bilgidir. Bilgi ise, bilinen’e bağlı. Zaman sonsuz bir bütün: hem mâzi, hem hâl, hem istikbâl, Dâire-i mümkinât içinde uzanıp gider. Kader, ilm-i ezelîdendir, İlm-i ezelî, ezelden ebede her şeyi ku*caklar; olmuş ve olacak. Biz de muhakemelerimizle onun dışında kalamayız.
5 — Kadere göre, müsebbebler sebeblere bağlıdır. Meselâ falan adam filan zamanda ölecekti. Çünkü kader ölenin o tüfekle ölmesini tayin etmişti. Cüz-i ihtiyariyle tüfek atan adamın kabahati yok diyemeyiz. Cebriye fırkası, sebebe ayrı müsebbebe ayrı bir kader tasavvur eder, Mu’tezile ise, kaderi inkâr eder. Kısaca, ehl-i sünnet için, silâh atılmamış olsa adam belki ölür belki ölmezdi. Cebriye için, silâh atılsa da atılmasa da adam ölürdü. Mu’tezile için, silâh atılmasa adam ölmeyecekti.
6 — Cüz-i ihtiyârînin temeli: meyelân. Mâturîdi’ye göre, meyelân bir emr-i itibarîdir. Kula verilebilir.
Eş’âri için, zaten mevcuttur; emr-i itibârı olan, o meyelâna tasarruftur. Öyle ise, o tasarruf o meyelân bir emr-i nısbîdir. Muhakkak bir vücud-u hârîcîsi yoktur. Emr-i itibârî, illet-i tâmme istemez. İllet-i tâmme olması için lüzum, zaruret, vücup… şart. Demek ki illet-i tâmme olsaydı, ihtiyâr da ortadan kalkardı. Emr-i itibârlnin sübut bulması için – hiç değilse – bir rüçhaniyete ihtiyaç var. Meyelânı dizginlemek kaabildir. Kur’an «şu şerdir, yapma» diye emrediyorsa, kul meyelâmnı susturabilir.
7 — Demek ki irade-i cüz’iyye zayıftır, bir emr-i itibârîdir. Fakat Cenab-ı Hak, o cüz’î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdî yapmıştır. Yâni demiştir ki: «Ey kulum! İhtiyârınla hangi yolu istersen seni o yola götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir.»
«Duâ ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.»
Yazı şu ezelî hükümle tuğralanıyor: «Kadere îman, îmanın erkânındandır. Kısaca, hayat-ı insâniye bütün teferruatıyle kaderin mikyası ile çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.»
Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesîf ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlıyabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız ne mefhumlara.
Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 417-419.